Diyarbakır ile Şanlıurfa’nın Siverek ve Viranşehir ilçeleri arasındaki Karacadağ eteklerinde hayvancılık yaparak yaşamlarını sürdüren göçerler, zor şartlarda elde ettikleri ürünleri karşılığını alamadıklarını söylediler.
Diyarbakır’ın hemen yanı başında bulunan ve Evliya Çelebi’nin 1611-1682 Seyahatnamesinde söz ettiği Karacadağ’dayız. Yüzyıllardır burayı mesken tutan göçerler için bir yaşam alanı. Yarı göçebe olan yüzlerce aile, ilkbaharla ile birlikte Karacadağ’a gelip çadırlar kurarak yüksek yaylalarda hayvancılık yapıyor.
Kışın bastırmadan hemen önce tüm hazırlıklarını yapan ve peynir, tereyağı üreten göçerler, ilk yağmurlarla ile birlikte Karacağ’dan inerek kışı geçirecekleri köy ve ilçelere geri dönüyorlar.
Doğa olarak zengin, yaşam olarak zor şartlarda yaşamaya çalışan Karacadağ göçerleri Aziz Fidancı’ya konuştu.
Yüzyıllardan bu yana sabahın fecri saatinde güne uyanan göçerleri yerinde görmek için Diyarbakır’dan Karacadağ’a doğru yola koyuluyoruz. Yola koyulunca şehir merkezindeki 50 derecelik yakıcı sıcak hava, yukarılara çıktıkça yerini serinliğe teslim ediyor. İlk denk geldiğimiz köyde yol kenarında çocuklar bize el sallıyor.
Köyün çıkışında, büyük baş hayvan sürüsüne denk geliyoruz. Gözlerimiz sürünün çobanını ararken yöresel kıyafetiyle bir kadına rastlıyoruz. Koyunlara çobanlık yapan bir göçer kadını.
Berivan adlı göçer kadın köyün diğer kadınları gibi imece usulü sırayla çobanlık yapıyor.
“Tek başına korkmuyor musun?” diye soruyoruz, verdiği cevap ise anlamlıydı:
“Korksam da korkmasam da yapmak zorundayım. Korkarsak aç kalırız” diyor.
‘ONLAR BANA KARIŞMIYOR BEN DE ONLARA’
Tek geçim kaynaklarının hayvancılık olduğunu belirten Berivan, zor yaşam koşullarına, her gün rastladıkları akrep ve yılanlara rağmen Karacadağ’da yaşamaya mecbur olduklarını anlatıyor.
“Akrep ya da yılan gördüğümde yolumu değiştiriyorum. Onlar bana karışmıyor, ben de onlara” diyor.
Henüz 30’lu yaşlarda ve 8 çocuk sahibi. Kendisi okumamış, ama çocuklarının mutlaka okumasını istiyor ve bunun için elinden ne gelirse esirgemeyeceğini anlatıyor.
Berivan ile vedalaşıp daha yükseklere çıkmak için yola koyuluyoruz. Az ötemizde yol kenarında yöresel kıyafetleriyle biri bize el kaldırıyor. Bilmediğimiz az ötede bulunan köye gitmek istediğini söylüyor. Alıyoruz aracımıza.
İsmi Sara, Karacadağ’ın yabancısı olduğumuzu anlayınca nereden gelip nereye gittiğimizi soruyor. “Karacadağ’a misafir geldik” deyince, duraksamadan “Başım gözüm üstüne, evimiz size açık” diyor.
11 çocuğu olan ve geçimlerini hayvancılıktan sağlayan Sara, çocuklarının ancak ikisini okutabilmiş.
“İstanbul’da okuyan 2 çocuğum dışında diğer çocuklarım evli. Onlar da şehirli oldular. Biri ev yapma bölümü mühendisi, diğeri para hesaplama bölümünü okuyor….” diyen Sara,
“Muhasebecilik mi?” diye sorduğumuzda “Evet, evet onu okuyor” diyor.
Aracımızla onun yaşadığı köye yaklaştığımızda aracın durmasını istiyor. Önce kendisi iniyor, sonra kapıyı açarak, “Misafirimsiniz, haydi buyurun evime” diyor.
Sara’nın bu misafirperverliği bizi çok sevindiriyor, ama işlerimizin olduğunu, onun için buralara kadar geldiğimizi, şimdilik kalamayacağımızı anlatıyoruz uygun bir dille.
Sara sorun etmiyor. İşaret parmağıyla köyün içindeki evini gösteriyor bize, “Şu gördüğünüz ev benim evim. İşinizi bitirin, dönüşte uğrarsınız” diyor. “Tamam” diyerek Sara’yı evine bıraktıktan sonra yolumuza devam ediyoruz.
“KARACADAĞ’IN ZİRVESİNE ÇIKIYORUZ”
Hedefimiz Karacadağ’ın zirvesi. Karacadağ’ın 1919 metre olan zirvesine yetişmeden, dağın hemen yamaçlarında irili ufaklı çadırlarla karşılaşıyoruz.
Kıl çadırlar sıra sıra dizilmiş. Aileler, Mayıs ayı ile birlikte çıkmışlar yaylaya.
Yükseklere çıkıldıkça hava daha da serinliyor. Dağın aşağısında 50 dereceye varan sıcak, burada yarı yarıya…
Hafif esen rüzgar bedenimizi serinletiyor.
Bizi, ilk çadırın önünde oturmuş bir çocuk karşılıyor. Araç sesini duyan diğer aile üyeleri de çadırdan çıkıyorlar.
Bu yükseklikte bizi görünce biraz şaşırmışlar. Ama gazeteci olduğumuzu öğrenince hepsi çadırlarına misafir etmek istiyor.
Bulunduğumuz yerde 5 ayrı kıl çadır aralıklarla dizilmişler.
Sesimizi duyan diğer çadırlarda kalan kadın ve çocuklar da yanımıza geliyor. Çadırlarına buyur ediyorlar.
Çadıra girdiğimizde ilk dikkatimizi çeken zeminin toprak olması. Toprağın üzerine hasırlar ve halılar serili.
Yorgan, yastık ve döşekleri bir kenara üst üste dizmişler.
Davetsiz misafir olduğumuz bu göçebe aileler, bizi ağırlamaktan memnunlar. Kimisi soğuk su, kimisi çay, kimisi de önce kahve ikram etmek için birbirleriyle yarışıyor.
“ZARA YAŞAMINDAN MUTLU”
Çadırın sahibi Zara’ya burada yaşamanın zor olup olmadığını soruyoruz, aldığımız cevap şaşırtıyor bizi.
“Karacadağ’daki yaylalara çıkmak atalarımızdan kalan bir gelenek. Bizden önce dedelerimiz bu dağlarda ilkbaharla birlikte çadır kurarak hayvancılık yapıyordu. Şimdi de biz. Buralar yazın serin ve doğası çok güzeldir.”
Genç kızlar ise açıkça söylemeseler bile büyüklerinin kıl çadırda yaşama yaptıkları güzellemeye mimikleriyle tepki gösteriyor. Şehir yaşamı onlara daha cazip geliyor.
Sohbet koyulaşınca çaylar geliyor. Ve sohbete başlıyoruz aile üyeleriyle.
İlkbaharla birlikte Karacadağ’a çıktıklarını ve 5 ay kadar dağda yaşadıklarını belirten Zara, şunları anlatıyor: “Köyümüz, evimiz, tarlamız ve hayvanlarımız var. Hayvanlarımız daha iyi süt elde etmek ve serin yerde tutmak için yılın 5 ayı dağda çadırda yaşıyoruz. Gübresiz, tamamıyladoğal organik bitkiler yiyen hayvanlarımızın sütü, peyniri ve tereyağları şifalı ve lezzetli oluyor. Çocuklarımız bu şartlara uyum sağlayamıyor. Biz de ilk geldiğimiz dönemlerde böyle olduk. Sonra alışınca değişiyor.”
ÇADIRIN ÇEVRESİNDE YILAN VAR
Çocuklardan biri, yılanlarla yaşamak hiç de zor değil diye, bize espiri yapıyor. Nasıl yani? Yılan var mı burada, diye biz de Gülbin adındaki genç kıza espiri yapıyoruz. Var tabi bu çadırda, bir de diğer çadırda bizimle yaşayan 2 yılan var. Bir anda bağdaş kurduğumuz yerde, ayak toplamaya başlıyoruz. Çadırda mı şu an diye soruyoruz: “Evet, hemen arkanızdaki çuvalın gölgesinde olabilir” diyor. Tebessüm ederek, çuvalın altına bakakalıyoruz.
SULAR KUYUDAN KARŞILANIYOR
Karacadağ’da önceleri içme ve hayvanlara verilmek için sular kuyulardan çıkarılırken, daha sonraları kaynak suları değerlendirilerek doğal göletler oluşturulmuş.
Hem içme suyu ihtiyacını, hem de hayvanlar için bu kuyulardan eşeklerle su taşınıyor çadırların bulunduğu alana.
Akrepler, yılanlar, kartallar, tilkiler ve kurtların kol gezdiği 1919 rakımlı olan Karacadağın zirvesinde bulunan kıl çadırlarda hayatlarını idame ettiren 30 kişilik ailenin yaşam öykülerini dinlemeye devam ediyoruz.
Zara yaşını bilmiyor. 10 çocuğu var. 5’i kız, 5’i erkek. Hepsi de bekar. En büyük çocuğu 28, en küçüğü 5 yaşında.
“Kendimi bildim bileli Karacadağ’a gelir ve burada yaşarız” diyen Zara, çocukluğundan beri ailesiyle birlikte Karacadağ’agelerek burada hayvancılık yaptıklarını, burada kaldıkları süre içinde tereyağı ve peynir yapıp bunları satarak elde ettikleri para ile kışı geçirdiklerini anlatıyor.
“ÜRETTİKLERİMİZİ YOK PAHASINA SATIN ALIYORLAR”
Aynı çadırlarda kalan başka bir kadın ile tanışıyoruz. Zerya, O da çocukluğundan bu yana Karacadağ’a gelenlerden. Buraların yabancısı değil. 10 çocuk sahibi. Erkek çocuklar, dağın alt yamacında koyunları otlatıyorlar. Ürettikleri tereyağı, süt ve peynirin değerinin altında satmak zorunda kaldıklarını belirterek, “Biz burada emeğimizin hakkını alamıyoruz. Peynirimiz, hayvanımız, sütümüz ve tereyağımız ucuza gidiyor. Bu işten kazanan insanlar var. Biz onlara çalışıyoruz. Gelip bizden ucuza alıyorlar, şehirde yaşayanlara pahalı satıyorlar. Buranın havası, dağ yaşamı, çiçeği, ağacı çok şifalı. Bizim ürünler ucuza alınıyor, pahalıya satılıyor. Bizi biraz düşünsünler” diye yakınıyor.
(Aziz FİDANCI’nın Özel Haberi)