Tarifi olmayan acıların yaşandığı tarihin en acı zamanlarından geçiyoruz bu günlerde. Asrın felaketi diye tasvir edilen şiddetli iki ayrı deprem sonucunda 11 şehir adeta mini bir kıyametle karşı karşıya geldi. Binlerce vatandaşımızı kaybettiğimiz bu felaketin yaralarının kapanmasının uzun zaman alacağı aşikâr. Günlerce hayalet şehirlere dönen büyük şehirler, kavimler göçünü andıran çevre il ve köylere göç, milyonluk evlerde terk edilen milyonluk eşyalar ve daha nice hikâyeler…
Tarihte eşi benzeri olmayan bu depremler üzerine onlarca şey söylendi. Bilim adamları, jeologlar ve her şey hakkında bilgi sahibi olan bilgisizler.
Hatta bazıları o kadar kendini kaptırdı ki gaipten tarih vermeye başladılar. Hatta kimilerine göre bu felaket ahlaksızlıktan, kimilerine göre adaletsizlikten, kimilerine göre harama bulaşmaktan, kimilerine göre azgınlıklardan oldu. Velhasıl herkes bir şeye bağladı.
Her şeyden önce bu tür musibetler birer ilahi adalet veya azap değil birer ilahi ayettir. Kâinatın doğasında olan bu durumu Allah’ın gazabı gibi göstermek yerine bu durum üzerine tefekkür etmek ve ona göre yaşamak gerekir. Tevekkülün temelinde de gayret ve tedbir vardır.
Malzemeden çalacaksın, kolonu keseceksin, el kol ilişkisiyle kul hakkına gireceksin ve işin sonunda kader deyip işin içinden çıkacaksın. Bunu vicdan da kabul etmez, adalette…
Nitekim öyle de oldu. Adalet bakanlığı ihmalkârlığı olanlar hakkında soruşturmalara başladı. Aktif görevde olanlar dâhil gözaltına alınanlar oldu ve daha da olacak. Hatta ben bu işin kararlılıkla devam edeceğini bununla beraber çok geniş bir kitleyi etkileyeceği kanaatindeyim. Yakın zamanda görevden affını isteyecek çok sayıda kişi olacağını da hep beraber göreceğiz.
Tüm bunlar olurken insanının içini acıtan birçok şeye de şahit olduk. Mesela 250 lira daha ucuz bir eve gitmek zorunda kalan bir adamın, kiraya gittiği binada eşini ve altı çocuğunu kaybetmesi gibi. Ve bunun gibi belki onlarca hikâye çöken binaların arasında gün yüzüne çıkmayı bekliyor.
Depremin ilk anından itibaren elinden gelen her şeyi yapan kardeşlerimizi gördüm. Bir dilim ekmeğini paylaşan, evini işyerini açan kardeşlerimizi. Ve en önemlisi de vatandaşı için kesenin ağzını sonuna kadar açıp mağdur etmemek için çabalayan devletimizi…
Ama bunun yanında depremden sonra ölmediğini fark edip hemen evine kiracı arayanlar, villa fiyatlarını üç kat artıranlar, devletin kendisine ihtiyacı olduğu için verdiği Toki evlerini fahiş fiyata satanlar, o kadar enkaz varken imar planları üzerinde çalışanlar, nakliye fırsatçıları, gıda stokçuları ve daha niceleri…
Ha birde Allah korkusu olmayan kamu görevlileri…
Kiminin teselli için bir dayanak aradığı, bazen bir fotoğraf karesine, bazen enkazın altından geleceğine inandığı bir sese tutunmaya çalıştığı bir zamanda maalesef “İnsan insana tutunamadı”…
Son olarak böyle bir zamanda bile, Bursa’ya giden Diyarbakır takımı Amedspor’a karşı yapılan faşizan saldırı ve ırkçı tutum; spor barış ve kardeşliktir sloganını adeta yerle yeksan etti.
Maalesef bu ve buna benzer olaylar ve durumlar enkazın altında kalan asıl şeyin insanlığımız olduğunu bize gösterdi.
Ve en çokta Habil ve Kabil kardeş olmasa da olur gerçeğini…
Mehmet Emin KOŞAL’ın yazısıdır