Kürt seçmeninin İstanbul’daki tercihinde bir değişiklik olmayacağını belirten Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun, “31 Mart’ta Kürt seçmeni ne oy verdiyse 23 Haziran’da da aynı oyu vereceği kanaatindeyim ” dedi.
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun, yenilenen İstanbul seçimleri, YSK’nın içtihatları, iki adayın durumunu, Kürt seçmenlerin 23 Haziran’da alacağı tutum ve seçimden çekilen adayların İmamoğlu ve Yıldırım arasında geçecek kıyasıya yarıştaki etkisine dair önemli değerlendirmelerde bulundu.
Yüksek Seçim Kurulu’nun 31 Mart seçimlerinde iki skandal karara imza attığını belirten Vahap Coşkun, YSK’nın Kanun Hükmünde Kararname İle ihraç edilenlerin mazbatasını iptal etmesini ve İstanbul seçimlerini yenileme kararı almasını eleştirdi.
YSK PARLAK SİCİLİNE CİDDİ BİR LEKE DÜŞÜRDÜ
YSK’nın İstanbul seçimlerini yenileme kararını hukuken değerlendiren Coşkun, YSK’nın 20 gün içinde birbirine tezat iki farklı karar verdiğini ve “31 Mart sınavından çaktığını” ifade ederek, “ “Yüksek Seçim Kurulu’nun içtihatları açısından baktığımızda AK Partinin İstanbul itirazının da kesinlikle reddedilmesi gerekiyordu. Verilen bu karar hukuka ve Yüksek Seçim Kurulu’nun bütün içtihatlarına aykırı bir karardır. Bu karar hem hukuken çok ciddi bir tahribat yarattı hem de YSK’nın Türkiye demokrasisindeki parlak siciline ciddi bir leke düşürdü” diye konuştu.
SEÇİMİN ANAHTARI SANDIĞA GİTMEYEN VE GEÇERSİZ OY KULLANAN SEÇMENDE!
23 Haziran seçimlerinde sandığa gitmeyen ve protesto olarak geçersiz atılan oyların belirleyici olduğunu ifade eden Coşkun, “İstanbul’da 1 milyon 700 bin seçmen oy kullanmaya gitmedi. Burada önemli olan hangi adayın seçime gitmeyen seçmeni sandık başına götürebileceği ve kendi lehine bir tercihe ikna edeceğidir. İkincisi ise seçime giden ama oyunu geçersiz kullananlardır. Çünkü bu geçersiz oyların büyük bir kısmı yanlışlıkla geçersiz olan oylar değil bir protesto oyuydu. Bu geçersiz (protesto) oyların ne kadarını adaylar kendi lehlerine döndürebileceklerdir, bence seçimin anahtarı buradadır.” diye konuştu.
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun, yenilenen İstanbul seçimlerini, YSK’nın içtihatlarını, yenilenen seçimlerde yarışacak adayların durumunu, Kürt seçmenlerin 23 Haziran’da alacağı tutumu ve seçime katılan, seçimden çekilen adayların İmamoğlu ve Yıldırım arasında geçecek kıyasıya yarıştaki etkisini değerlendirdi.
31 Mart’ta CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan adayı Ekrem İmamoğlu’nun seçimlerden birinci çıkmasının ardından 17 gün gecikmeyle de olsa mazbatasını alması ve sonrasında AK Partinin itirazıyla YSK tarafından seçimlerin yenilenmesi kararının verilmesiyle yine bir seçim gündemiyle baş başa kaldık. Ancak seçimden çok YSK’nın verdiği karara ilişkin hukuki tartışmalar sürece damgasını vurdu. Yinelenen seçimlerde adayların vaatlerinden çok YSK’nın kararı üzerinden “hukuk” tartışmaya açıldı ve hukukun duayenlerinden en sade vatandaşa kadar herkes kendi meşrebince bir şekilde bu tartışmaya katıldı. Siz bir akademisyen olarak YSK’nın İstanbul kararını nasıl değerlendiriyorsunuz?
31 Mart akşamından itibaren AK Parti İstanbul seçimleriyle ilişkili birçok iddia gündeme getirdi ve bu iddialarını aynı zamanda Yüksek Seçim Kurulu’na da taşıdı. Ancak 5 Mayıs’a gelinceye kadar AK Parti’nin neredeyse bütün yapmış olduğu itirazlar açıkça çürütüldü. Yani, getirilen itirazların hiçbir şekilde seçim sonucunun itirazlar olmadığı açıkça görüldü. Önce bazı ilçelerde geçersiz oyların sayımı, sonra İstanbul’daki tüm geçersiz oyların sayımı, ardından KHK ile ihraç olanların oy kullanmamaları gerektiğine dair itiraz, kısıtlı, hükümlülerin oy kullandığına dair itirazların hepsi de resmi belgelerle çürütüldü. Söz konusu bu itirazlardan AK Parti lehine bir sonuç çıkmayacağı ortaya çıktı. Ama en son AK Parti seçim kurullarının teşekkülünde usulsüzlük olduğundan bahisle bir itirazda bulundu. Ve söz konusu bu itirazı da YSK doğru buldu. Oysa daha önce hem bu seçimde hem de daha önceki seçimde aynı konuda YSK’ya yapılmış itirazlar vardı. Yani, seçim kurullarının teşekkülünde bir takım usulsüzlüklerin olduğuna dair itirazlar önceden de vardı. Tabii YSK’nın bu tür itirazları değerlendirirken bir içtihadı var. Yüksek Seçim Kurulu der ki, bir seçim takvimi söz konusu ve bu itirazların da bu takvimi içinde yapılması zorunludur. Eğer seçim takvimi içerisinde bu itirazlar yapılmamışsa artık buna dair itirazlar yapılamaz ve yapılırsa da reddedilir. Mesela İYİ Parti’nin Bursa Mustafa Kemal’de aynı saiklerle, yani seçim kurulunun teşekkülünde usulsüzlük yapıldığına dair İYİ Parti il Başkanlığının yapmış olduğu itiraz söz konusu. Ancak YSK burada söz konusu itirazların süresinin dolduğunu, zamanında yapılmadığını ve seçim takvimine göre zamanında yapılmayan itirazların herhangi bir hukuki sonuç doğurmayacağını söyledi ve reddetti. Dolayısıyla hukuken baktığımızda, Yüksek Seçim Kurulu’nun içtihatları açısından baktığımızda AK Partinin İstanbul itirazının da kesinlikle reddedilmesi gerekiyordu. Verilen bu karar hukuka ve Yüksek Seçim Kurulu’nun bütün içtihatlarına aykırı bir karardır. Bu karar hem hukuken çok ciddi bir tahribat yarattı hem de YSK’nın Türkiye demokrasisindeki parlak siciline ciddi bir leke düşürdü. Çünkü 1950’den bu yana Türkiye demokrasisinin en büyük kazanımlarından biri sandık sonuçlarına dair herhangi bir şaibenin ortaya çıkmamasıydı. Yani, sandığa giren oylarla sandıktan çıkan oylar konusunda Türkiye kamuoyunun genelinde ve bütün siyasi partilerde genel bir kanı vardı. YSK’nın bu kararı kendi tarihi açısından da son derece kötü bir karardır. Eminim ki önümüzdeki dönemlerde YSK’nın tarihini yazanlar bu kararı tarihe kara bir gün olarak yazacaklardır.
İYİ Parti’nin Bursa Kemalpaşa’daki itirazına vurgu yaptınız. İstanbul ve Bursa, iki ayrı partiden gelen ve çok kısa bir zaman içinde yapılan aynı itiraz ama iki ayrı karar. İtiraz aynı, YSK aynı ama karar farklı, neden?
Tabii ki içtihatlar değişebilir ama Yüksek Seçim Kurulu’nun bu içtihatların neden değiştiği konusunda ikna edici bir değerlendirme yapması gerekir. Ben kendi payıma YSK’nın geçmiş içtihatlarının yerinde olduğu kanaatindeyim. Ama YSK’nın bugün neden 20 gün önce verdiği kararından döndüğünü, o içtihadın dışında neden yeni bir karar verdiğini, bu konuda neler düşündüklerini bilmiyoruz. Henüz gerekçeli karar yayınlanmış değil ve gerekçeli karar yayınlandığında buna bakacağız. Ama ben YSK’nın gerekçeli kararının da insanları tatmin etmeyeceği düşüncesindeyim. Çünkü bir içtihadın değişikliği belirli bir süreyi gerektirir. Yani, 20 gün önce başka düşünüp 20 gün sonra bambaşka düşünmeyi, önceki kararınızdan keskin bir dönüşü halka, siyasi partilere, siyasi aktörlere açıklayamazsınız. Tabii burada daha farklı unsurlar devreye giriyor. Yani, YSK ne oldu da kararını değiştirdi, acaba siyasi bir baskı mı yapıldı, YSK’nın göğüsleyemeyeceği bir pres mi uygulandı? Bütün bunlar insanların aklına gelen ve aklına gelmesi de oldukça meşru konulardır. O nedenle ben hem hukuken hem de siyaseten YSK’nın 31 Mart sınavından çaktığını düşünüyorum.
Aslında sadece İstanbul kararı da değil, bence YSK’nın bu süreçte iki önemli kararı vardı. Bunlardan bir tanesi, Kanun Hükmünde Kararname İle ihraç edilenlerin seçime girmelerine izin verdiği halde seçim sonrası sandıktan galip çıkan bu adaylara mazbatalarının verilmemesi; hem belediye başkanları hem de il meclisleri düzeyinde. Bu da YSK açısından çok skandal bir karardı. İnsanların seçime girebilecekleri konusunda bir yetki, ehliyet veriyorsunuz ama seçime katılıp oyunun kuralları içinde galip geldiklerinde de onlara mazbatalarını vermiyorsunuz. YSK’nın birinci skandal kararı buydu, ikincisi ise İstanbul seçimlerinin yenilenmesi konusunda verdiği karardır.
YSK henüz İstanbul seçimlerinin yenilenmesine dair gerekçeli kararını açıklamadı ama İstanbul’da seçim yarışı yeniden başladı ve adayların, liderlerin medya üzerinden tartışmaları, açıklamaları gündemi belirlemeye başladı. CHP’nin Büyükşehir adayı Ekrem İmamoğlu, Her şey çok güzel olacak” derken, Ak Parti adayı Binali Yıldırım ise “oylar çalındı” üzerine kampanyasını oturtmaya çalışıyor. Sizce YSK henüz gerekçeli kararını açıklamadan “oylar çalındı” vurgusu ne anlam ifade ediyor?
Ekrem İmamoğlu’nun “Her şey çok güzel olacak” sloganına karşı AK Parti ve Binali Yıldırım cephesinin alelacele üretmek zorunda kaldıkları bir slogandır. “Oylar çalındı” diye insanların akıllarında kalıcı olan basit bir slogan kullanılmaya çalışılıyor. Sosyal medyada da bu sloganın izlerini görüyoruz. Ancak bu sloganın içeriğini analiz ettiğinde birçok soru var. Bir, oyları kim çaldı, nasıl çaldı, oyları çalanlar tespit edildi mi ve haklarında herhangi bir hukuki işlem yapıldı mı? “Oylar çalındı” deniyor ama oyların çalındığına dair YSK’nın kararında da herhangi bir ifade yok. YSK’nın gerekçeli kararını henüz açıklamadı ama kısa kararda da sadece seçim kurulunun teşekkülündeki usulsüzlüklerin seçimin sonucuna tesir edebileceği düşünülerek, seçimin yenilenmesi kararının alındığı belirtiliyor. Yoksa oyların çalındığı, oyların kaydırıldığı, usulsüz oy kullanıldığı yönünde YSK’nın bir kararı söz konusu değil. Yani, “oylar çalındı” sloganı hukuki durumu ortaya koyan bir slogan değil. Nedir peki, siyasi yarışta kamuoyunu domine eden “her şey çok güzel olacak” sloganının etkisini sınırlamaya dönük düşünülen karşı bir slogandır. Yani, “oylar çalındı” altı boş bir slogandır.
İstanbul seçimleri için 13 – 14 bin oy farkının yeterli olmadığı yönünde iktidar partisinin açıklamaları vardı. 23 Haziran seçimlerinde de yine böyle bir fark ortaya çıkarsa durum ne olur. İstanbul için adaylar arasındaki oy farkının bir önemi var mıdır?
Hiç kuşkusuz bu tartışılacak bir mevzu değildir. Bunun ne demokrasi teorisinde ne de pratiğinde bir yeri yok. Demokrasi bir kurallar rejimidir ve bu kurallara göre oyunun kuralları önceden belirlenir ve herkes bunlara riayet etmek mecburiyetindedir. Bir tek oyla bile olsa bir kişi seçimi kazanmıştır ya da kaybetmiştir. Seçmen sayısının çok olması, ilin çok büyük bir önem taşıması, ülkenin siyasetinde, ekonomisinde en önde gelen il olması demokrasinin bahsettiğimiz bu temel kuralını ortadan kaldırmaz. Bu ister bin oy olur, ister 10 bin oy, ister se de bir oy olur. Yani, seçilmenin belirlenmesi anlamında oy sayısının bir önemi yoktur. Seçim, tek bir oyla da kazanılır ya da kaybedilir. Eğer bunu yaparsak çok farklı sorgulamalar meydana gelir. Örneğin 1994 seçimlerinde de Erdoğan ile rakipleri arasındaki oy farkı da son derece sınırlıydı. Ama hiç kimse buradan yola çıkarak seçimlerin meşruluğunu tartışmaya girişmedi. O nedenle bunlara girmemek lazım, bunlar son derece tehlikeli konulardır. O zaman şu sorular meydana gelir; bir seçimin sonucunun tescil edilebilmesi için acaba adaylar arasındaki oy farkı ne kadar olmalıdır. Bu sorunun bir cevabı yoktur. Kural bellidir; seçime girilir ve en fazla oyu alan aday – isterse tek bir oy olsun- seçimi kazanır, bunun tartışması olmaz.
İstanbul seçimlerinin YSK tarafından yenilenmesi üzerine muhalefet kanadında şu itiraz yükseldi: Bir zarfta çıkan dört oydan üçü geçerli biri neden geçersiz sayıldı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Buna hukuken verilen cevap şudur: Yüksek Seçim Kurulu kendilerine yapılan itirazla sınırlıdırlar. Yapılan itirazlar sadece Büyükşehir Belediyesi Başkanlığına yapılan itirazdır. Ama bunun dışında belediye meclisleri, ilçe belediyeleri ve muhtarlık seçimlerine ilişkin herhangi bir itiraz söz konusu değildir. Dolayısıyla YSK’ya bu yönde bir itiraz yapılmadığı için o seçimlerin sonuçları tescil edilmiştir. İtiraz sadece büyükşehir başkanlığı seçimlerine yapıldığı için iptal edilmiştir. Hukuken açıklaması budur ama tabii insanların mantıkları, vicdan duyguları bu sonucu kabul etmiyor.
Seçimlere 40 günden az bir zaman kaldı ve kimi adayların İmamoğlu lehine seçimden çekildiğini görüyoruz. Sizce çekilen adayların sonuca nasıl bir etkisi olur, 23 Haziran’da nasıl bir tablo oluşur?
Çok büyük ihtimalle İstanbul Büyükşehir adaylarından Ekrem İmamoğlu ve Binali Yıldırım projelerinden ziyade seçim sürecindeki olayları değerlendireceklerdir. Çünkü 31 Mart’a gelinceye kadar adaylar İstanbul halkına ne düşündüklerini, hangi projeleri nasıl gerçekleştireceklerini, İstanbul tasavvurlarını detaylı bir şekilde açıkladılar. Yani, seçmenler her iki adayın da İstanbul hakkında ne diyeceklerini biliyor. Dolayısıyla ben adayların geri kalan 40 günlük süreç içinde tekrar aynı konuları işleyeceklerini düşünmüyorum. Muhtemelen İmamoğlu, bu süreç içerisinde yapılan hukuka aykırılıklar, demokrasiye, demokrasi kültürüne aykırılıklar üzerine bir söylem geliştirecek ve mağdur edildiğini, İstanbul halkının iradesinin gasp edildiği yönünde bir seçim propagandası yürütecektir. Diğer taraftan Binali Yıldırım ise seçimde bir usulsüzlüğün olduğunu, ‘oyların çalındığını’, dolayısıyla asıl mağdurun kendileri olduğu üzerinden bir seçim propagandası yürütecektir.
İstanbul seçimlerinde esasta iki aday yarışacaktır ve bugünden bazı adayların İmamoğlu lehine seçimden çekilmeleri söz konusu. Tabii İmamoğlu ve Yıldırım arasındaki oy farkının az olması seçimi daha da rekabete açık, çekişmeli bir hale getirdi. Ben her iki adayı da destekleyen seçmenlerin de 40 gün içinde tercihlerini keskin bir şekilde değiştirebilecekleri kanaatinde değilim. Seçmenler muhtemelen 31 Marttaki tercihlerinde ısrar edeceklerdir. 23 Haziran seçimlerinde asıl belirleyici olanlar seçime gitmeyeneler olacaktır. İstanbul’da 1 milyon 700 bin seçmen oy kullanmaya gitmedi. Burada önemli olan hangi adayın seçime gitmeyen seçmeni sandık başına götürebileceği ve kendi lehine bir tercihe ikna edeceğidir. İkincisi ise seçime giden ama oyunu geçersiz kullananlardır. Çünkü bu geçersiz oyların büyük bir kısmı yanlışlıkla geçersiz olan oylar değil bir protesto oyuydu. Bu geçersiz (protesto) oyların ne kadarını adaylar kendi lehlerine döndürebileceklerdir, bence seçimin anahtarı buradadır. Sandığa gitmeyenleri sandığa çekmek ve geçersiz oyları kendi lehlerine çevirerek geçerli hale getirmek her iki aday için de seçimin anahtarı olacaktır. Hangi aday bunu daha iyi yaparsa sandıktan o aday çıkacaktır.
Saadet Partisinin 23 Haziran seçimlerinde nasıl bir etkisi olacak. Daha doğrusu SP seçmeni 23 Haziran’da ne yapacak?
Saadet Partisi 23 Haziran seçimlerine kendi adayıyla katılacağını açıkladı. Tabii 31 Mart seçimlerinde İmamoğlu ve Yıldırım arasındaki farkın 13 – 14 bin oy olduğu düşünüldüğünde Saadet Partisinin 100 bini aşkın oyunun önemi ortadadır. Dolayısıyla Saadet Partisi seçmeninin tercihinin değişmesi ve her iki adaydan birinin lehine bir geçişkenliğinin yaşanması seçimin sonucunu doğrudan etkileyecektir. Benim kanaatim odur ki, Saadet Partisinin adayı bir önceki seçimde aldığı oyun altında bir oy alacaktır. Ortaya çıkan tabloya göre Saadet Partisi seçmeninin bir kısmı İmamoğlu’na bir kısmı da Yıldırım’a meyledebilir. AK Parti ile aynı tabandan olduğunu düşünen bir kısım SP seçmeni AK Parti’ye meyledebilir ya da yapılanların, edilenlerin Türkiye’nin, İstanbul’un zararına olduğunu, haksızlık ve hukuksuzluk doğurduğunu düşünen Saadet Partili bir kısım seçmen ise İmamoğlu’na meyledebilir, oyunu gidip ona verebilir. Yani, Saadet Partisi seçmenini kim argümanlarıyla daha fazla ikna edebilirse, daha fazla kendisine çekebilirse seçimin sonucunu tayin etmede daha avantajlı bir konuma geçecektir.
Yani, Saadet Partisi’nden her iki adaya da bir oy geçişi olabilir…
Olabilir, bu ihtimal var çünkü hem Saadet Partisi ve AK Parti’nin aynı taban üzerinde siyaset yapması hem de Saadet Partisi seçmeninin bu yaşananlara duyduğu tepki de önemli bir faktördür. Bu iki faktörden hangisi daha dinamik bir şekilde seçmenlerin tercihine etki edecektir bunun için biraz beklememiz gerekecektir.
23 Haziran’da nasıl bir tablo oluşacağına dair öngörünüz nedir?
Tabii 11 milyon seçmenin olduğu ve her bir adayın 4 milyondan fazla bir oy aldığını düşünürsek ve adaylar arasındaki oy farkının 13 -14 bin olduğu gerçekliğinden bakarsak 23 Haziran’da oluşabilecek tabloyu bugünden kestirmek son drece güç. Her iki adayın da tüm argümanlarını kullanacağını ve her iki partinin de İstanbul için tüm güçlerini seferber edeceğini düşünürsek bir tahminde bulunmak zor ama yine bir başa baş seçim olacağı kuşkusuz.
31 Mart seçimlerinde Kürt seçmenlerin tercihi belirleyici olmuştu. 23 Haziran seçimlerinde Kürt seçmenlerin tercihinde bir değişim yaşanır mı?
Kürt seçmeninin tercihinde bir değişiklik olacağını düşünmüyorum. İstanbul’da Kürt seçmeninin tercihini belirleyen iki önemli dinamik var. Bunlardan bir tanesi AK Parti’nin izlediği siyaset. Özellikle 31 Mart öncesinde AK Parti’nin neredeyse anti Kürt olarak nitelendirilebilecek bir siyaset izlemesi; bilhassa Erdoğan’ın ve İçişleri Bakanı Soylu’nun son derece sert söylemleri – kendileri her ne kadar bunu sadece HDP’lilere karşı kullandıklarını ifade etseler de- Kürtlerin çok büyük bir kısmı bu sözlerden yaralandılar. Dolayısıyla oradaki seçmenle AK Parti arasında çok ciddi bir mesafe açıldı ve 40 gün içinde bu mesafenin kapanacağını düşünmüyorum. AK Parti’nin kendi içindeki dinamikler de buna izin vermiyor. MHP ile ittifak halindeyken AK Parti’nin Kürtlere yönelik çok sıcak söylemler geliştirmesi, onların oylarını değiştirecek radikal bir dönüşüm geçirmesinin 40 gün içerisinde mümkün olmayacağını düşünüyorum. İkincisi, gerek seçim sürecinde gerekse de seçim sonrasında İmamoğlu’nun genelde Kürtleri özelde ise HDP’li seçmeni çok rahatsız edecek, iğreti edecek bir söylemi olmadı. Yani, o konuda çok dengeli ve hassas bir dil kullanmaya çalıştı. Hatta seçimden sonra Selahattin Demirtaş hakkında kendisine sorulan bir soruya cevap verirken, Demirtaş hakkında olumlu ifadelerle yüklü bir değerlendirme yaptı. Dolayısıyla 31 Mart’ta İmamoğlu’na oy vermiş olan Kürt seçmenin tercihini değiştirebilecek bir siyaset değişikliği, dil, söylem değişikliği İmamoğlu’nda söz konusu olmadı. Yani, hem AK Parti’nin Kürtlere karşı kullandığı dili ve İmamoğlu’nun Kürtleri rahatsız etmeyen dilini dikkate aldığımızda İstanbul’daki Kürt seçmenin 31 Marttaki tercihinde bir değişikliğe gideceğini düşünmüyorum. Yani 31 Mart’ta Kürt seçmeni ne oy verdiyse 23 Haziran’da da aynı oyu vereceği kanaatindeyim.
İstanbul seçimlerinin iptal edildiği gün İmralı’da bulunan Öcalan’ın da avukatları ile 2 Mayısta yapmış olduğu görüşme gündem oldu. Yine, ilerleyen günlerde MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla görüşmesine yeşil ışık yakan bir değerlendirmesi oldu. Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öcalan’ın avukatları ile görüşmesi ve seçimin yenilenmesinin açıklanmasının aynı güne denk gelmesi arasında bir bağ kurulmasını doğru bulmuyorum. Yani, bunun organize bir hareket olduğu kanaatinde değilim. Bunun tesadüfi olduğu kanısındayım ve seçimlere dönük bir şey olduğunu da düşünmüyorum. Ama eğer birileri bu tür atraksiyonlarla Kürt seçmenin tercihini değiştirebileceklerini düşünüyorlarsa da orada yanlış hesap yaptıkları kanaatindeyim. Kürt seçmen bir komutla bir adaya başka bir komutla başka bir adaya oy verecek bir seçmen değildir. Seçmenler siyasi bir analiz yapıyorlar, adayları, partileri değerlendiriyorlar ve ona göre bir kara veriyorlar. Ben Öcalan ile görüşmenin İstanbul seçimlerinden ziyade daha çok Suriye’deki gelişmelerle irtibatlı olduğunu düşünüyorum. Nitekim Öcalan’ın mesajlarına baktığınızda hem çözüm sürecine bağlılık belirten bir ifade söz konusu hem de Suriye’de Türkiye’nin hassasiyetlerinin gözetilmesini belirten bir durum da söz konusu. O nedenle bu görüşmenin Suriye’deki gelişmelerle bağlantılı değerlendirilmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyim.
Ali Abbas Yılmaz-Yılmaz Yigitler/Tigris Haber/Özel